Mavi Anadoluculuk

 

Geçmişin Özeti
Batı bir medeniyet olarak ilimde, teknolojide, siyasi ve idari organizasyon tekniğinde bizi geçmiş, adeta ezmiştir. Bunun sonucunda devlet adamlarımız ülkeyi kurtarmak için o bilgi ve teknikleri benimsemek ve onların sahipleri olan batılılarla birarada olmaktan başka çare bulamamıştır. Yeniçeriliğin kaldırılması ile (Vaka-i Hayriyye-1826’da) başlayan, Tanzimat-ı Hayriyye-1839 ile süren, batılılaşma maceramız, yaklaşık yüz yıl sonra Cumhuriyetin ilanı ile yeni bir şekle girdi. 2. Mahmud ve oğlu Abdülmecit dönemindeki sınırlarımız içinde yüz yıl sonunda on altı devlet kurulmuş, Türkiye bu devletlerden yalnızca bir tanesi olmuştu. Artık toprak kayıplarımız büyük ölçüde sona ermişti.
 Cumhuriyet yeni rejim yeni esaslar, temeller demekti. Cumhuriyetten yıllar öncesinden bu ilkelerin neler olacağı tartışılmış, Ziya Gökalp’in 2. Meşrutiyette TÜRKLEŞMEK, İSLAMLAŞMAK, MUASIRLAŞMAK diye formüle ettiği ilkeler kabul edilmişti. Muasırlaşmak ile batılılaşmak değişik dünya görüşlerini ifade eden kavramlardır.
1923 yılında Ziya Gökalp Telif ve Tercüme Dairesi başkanı olarak görevlendirildi. Türk milletinin dış güçlerin yanında, yalnızca sadık gayrımüslim tebaasının değil aynı zamanda dinkardeşlerinin de isyanlarıyla imparatorluğu kaybetmiş olması milliyetçiliği teşvik ediyordu. Ziya Gökalp’e göre Türk; “Türkçe konuşan Müslüman” idi. Irk ise hayvanlar ile ilgili olduğu için zoolojinin konusu idi. Ayrıca Gökalp ilk kez kültür ve medeniyet kavramlarını ayırdı. Biz batı medeniyetini alacak ancak Türk kültürüne bağlı kalacaktık. Çok güzel yalnız neyin kültür ve neyin medeniyet eseri olduğu konusu problemliydi. Bu sebeple Erol Güngör hoca; “Ziya Gökalp kültürü yanlış anlayanların en kalitelisiydi.” Demişti. Milliyetçi ve cumhuriyetçi olanların halkçı olmaları kaçınılmazdır. Halkevleri açılarak halk müziği, el sanatları vb. teşvik edilmişti. Burada bir yanlış yapıldı. Halka ait her şeyi milli, buna karşı seçkinlerin oluşturduğu kültür yabancı sayıldı. Anlayışlarına göre; Türk halkı kendi başına yaşarken seçkinler ayrı bir hayat yaşıyor ve ayrı zevklere sahip oluyordu. Türk Halk müziği ve türküleri halka ait olduğu için kültüre ait, Klasik Türk müziği ve edebiyatı bu seçkinlerin eseri olduğu için medeniyete ait idi. Medeniyet değiştirdiğimize göre yeni medeniyetimizin müziğini almalıydık . Devlet Konservatuarı, Devlet Opera ve Balesi, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gibi kurumlar eliyle batı müziği resmileştirilip korundu. Klasik Türk müziği radyodan ve konservatuarlardan çıkartıldı. Atatürk çok sevdiği için Türk Sanat Musikisi radyoya geri kondu.
Osmanlı tarih anlayışında Osmanlı’dan başka biraz Selçuklu’dan bahsedilir oradan da İslam tarihine bağlanırdı. Bir de Osmanoğullarının soy kütüğü Oğuz Han’a bağlanırdı. O kadar. 2.Meşrutiyet döneminden itibaren batıda yapılan Türk tarihi araştırmaları ve özellikle Rusya’dan gelen Türk aydınlarının çabası ile Orta Asya kökenli yeni bir tarih anlayışı doğmuştu. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu ) kuruldu. Hem Orta Asya hem de Anadolu’da Sümerler, Hititler, Truvalılar gibi Asya kökenli toplulukların, devletlerin Türklüğü üzerine yeni bir tarih inşa edilirken maalesef Türk tarihinin içinden Osmanlı tarih ve medeniyeti atılıyor adeta yok sayılıyordu.
İslamlaşmak; Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması, Kur’an tefsirinin yazdırılması, iyi bir ilmihal kitabı olan “Askere Din Kitabı”nın yazdırılıp askerlere din eğitimi verilmesi ve halkın İslamı anlaması için bir takım iyi işler yapılmıştır. Bunun yanında gereksiz yere ezanın Türkçe okutulup, namazın Türkçe kılınma teşebbüsleri tepki toplamıştır. Mesele sadece bunlar değildi. Osmanlı, kurumlarının çoğunu din ile ilişkilendirmişti. Her çarşının, esnaf grubunun piri, şeyhi vardı. Ordu ceyşullah (Allah’ın ordusu), devlet mülkullah (Allah’ın mülkü, devleti) idi. Böyle olmasının din dışında sebepleri vardı. Mesela devlet, Osmanlı öncesinde Hakanın mülkü kabul edildiği için Hakan ölünce oğulları arasında miras olarak bölünüyordu. Tabi metbu devlet bağları zamanla zayıflıyor, devlet birkaç nesil içinde küçülüp yok oluyordu. Bunu önlemek için Osmanlı; devlet hakanın değil Allah’ın mülküdür diyordu. Devlet kardeşler arasında bölüneceğine kardeşlerin öldürülmesi ilkesini getiriyordu. Bütün bunlar herkesin anlaması gereken hususlar değildi. Yalnız bu kurumları her değiştirmeye kalkıldığında dine karşı bir şeyler yapıldığı düşüncesi 2. Mahmud’dan itibaren devam etmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı’nın geri kalmasının sebebi “cahil hocaların, din adamlarının” kötülükleri, yaptıkları yanlışlardır diyen yanlış bir anlayışın hakim olması da tuz biber ekti.
1938 yılında Atatürk’ün ölümüyle başlayan 1946 yılında serbest seçim ve 1950 yılında demokrasinin gelmesi arasında geçen dönemde Türkiye’ye büyük ölçüde hakim olan bir zihniyeti anlamaya çalışacağız. Türkleşmek yerine Yunanlaşmak hatta Yunanperestlik, İslamlaşmak yerine Hümanizm dini adına İslam düşmanlığı ve Muasırlaşmak yani, ilimde, teknolojide, idari ve siyasi organizasyonda yenileşmek, batı medeniyetini almak yerine batılılaşmayı doğrudan batı kültürünü almayı savunan, üstelik bütün bunları Atatürkçülük diye yutturmayı beceren bir siyasi ve edebi akımı inceleyeceğiz.

MAVİ ANADOLUCULUK
Mavi Anadolucular, Milliyetçi Anadolucular ile karıştırılmaması gereken bir gruptur. Günümüzde Mavi Turlar, Mavi Yolculuklar onlardan kalmıştır. 1938 öncesi az çok etkisi olmakla beraber asıl etkisini 1938’den sonra gösteren bir siyasi akımdır. İsmet İnönü’nün başa geçmesi, Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığına getirilmesi ile birlikte 1940’da kurulan Tercüme Bürosu bunlara bırakıldı. Aynı zamanda köy enstitüleri bunlarla anılır. Köy enstitüleri Mavi Anadoluculuk fikrinin uygulama alanlarıdır. Mavi Anadoluculuk denince akla daha çok şu üç isim; Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı), Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu gelir.  Orhan Burian, Vedat Günyol, Bedri Rahmi Eyüboğlu. Adalet Cimcoz, Mina Urgan. Melih Cevdet Anday, Nurullah Ataç ve Yeni Ufuklar dergisinde 1965 yılına kadar yazan bir çok kişi bu gruba katılmıştır.
Düşüncelerinin birbirini tamamlayan, destekleyen iki ayağı olduğunu söyleyebiliriz.
1-Hümanizm,
2- Türklerin kökeninin;  binlerce yıllık Anadolu uygarlıklarının; Hitit, Frig, Lidya, Likya, Troya, İyon, Pers, Bizans, Selçuk ve Osmanlı diye adlandırılan ve birbirlerine katılıp birbirleriyle kaynaşan uygarlıklar olduğunu iddia etmeleridir.

 1- HÜMANİZM
Hümanizm, insana iman etmek demek. İnsanı her şeyin ölçüsüdür ve merkezidir demektir. Pekala öyleyse her şeyin ölçüsü ve merkezinde olan insan kimdir? Hümanizmin cevabı: insan Eski Yunanlıdır. Eski Yunan olmasının sebebi, Batı Medeniyetinin kendisini Eski Yunan düşüncesinin devamı saymasıdır. Eski Yunan düşüncesinin hayata uyarlanması demek olan Latin kültürünü, latin ve eski yunan düşüncesini kaynaştıran, dönüştüren Hristiyanlık inancı Batının kendisini açıkladığı varlık modelidir. Rönesans ile birlikte Yunan’a dönüş, Ortaçağ mirasını reddedip Klasik dönemi önemsemek, hümanizm temel kavram olmuştur. Eski Yunan insanı yücelten, yüksek insanı oluşturan, insanlararası, insan ve doğa arası ilişkiyi anlamlı bir bütün halinde ortaya koyan anlayışın yeri kabul edilmektedir. Din anlayışlarının da buna uygun olması tabidir.
“Hümanizm terimsel tanım açısından "sevgi" içermez. Daha felsefi ve bilimsel bir temeli ifade eder. Türkçe karşılığı "insan-merkezcillik"tir. Yani tanrı-merkezcillik geri plana atılır ve bir anlamda reddedilir, insan-merkezcillik esas alınır. Bu kavram psikolojik derinliği olan sübjektif bir kavram (sevgi ve benzeri duygu durumları) değil, felsefi temelli objektif bir kavramdır. Örneğin bir fiilin değerlendirmesinde "tanrının/tanrıların hoşnutluğu" değil "insana faydası/hoşnutluğu" esastır. Bu açıdan da sekülarizmle sıkı bir ilişkisi vardır.”  Wikipedia

CEMİL MERİÇ’TEN HÜMANİZM ELEŞTİRİSİ
“İmanını kaybeden bir çağın dini. Sözünü dinletmek isteyen her felsefe bu kaftana bürünmek zorunda.
Marksizmden egzistansiyalizme kadar Avrupa′nın tüm düşünce akımları hümanist.
Kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun: demokrasi gibi, sosyalizm gibi.
Hümanizm genç bir kavram, batı dillerini 1850′den sonra fethetmiş. Ama müstağriplerimiz hemen benimsemiş kelimeyi, onlara göre Yunus′lar,Mevlana′lar, Hacı Bektaş Veli′ler su katılmamış birer hümanist. Hümanizm nedir, kimsenin tarife yanaştığı yok.(1)
Kelimenin iki ayrı manası var : 1) Antikite hayranlığı.
16. asır Avrupası için bir kaçış, bir meçhulü arayıştı hümanizm. Bir egzotizm, bir yeni boyut ihtiyacı.
Kilisenin yasaklarından kurtulmak isteyen Orta Çağ insanı Eski Çağ edebiyatlarına kaçtı. Ferdi cemaat içinde eritmeyen paganizm, hürriyetti, direnişti. Nas′ların çelik korsasından kurtulup kilisenin duvarları dışına fırlamak hem cazip hemde tehlikesizdi. Kendi mazisine sığınıyordu batı; manevi mirasını yeni baştan inceliyor, o metruk hazineden el değmemiş mücevherler derliyordu…
Filhakika hümanizmin ikinci manası insanlık dinidir. Kilisenin abesleriyle bunalan serazad zekalardan kimi, "tabiatta tanrı yoktur, tanrıyı yaratan insandır. Toplum kendi değerlerini gökkubbeye aksettirmiş, beşeriyi ilahileştirmiştir", dedi; kimi, "insanlığı kurtaracak tek kılavuz ilimdir"; ne Rab ne ibad.
İnsanın yabancılaşmasıydı din, bir çeşit afyondu. Geçen asrın düşünce fatihleri Promete′yi bayraklaştırırlar, "bütün tanrılardan iğreniyorum" diyen Promete′yi. İyi ama Promete′nin iğrendiği tanrılar karanlık bir çağın kan dökücüsü, habis, zenperest mabudları değilmi?
Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor. Diyorlar ki hümanizm, insanı mükemmelleştirmek, varabileceği en yüksek irtifaa yükseltmek yani gerçek insan, kamil insan yapmak. Yalnız örnek kim olacak? …
Rönesans hümanistlerinin çağdaş hümanizm üzerinde etkisi nedir? Başka bir deyişle, bir Feurbach′ın, bir Renan′ın, bir Marx′ın dikkatini insanoğlunun muhteşem kaderine, eşsiz değerine kanatlandıran Rönesansın metin aktarıcıları mı olmuş? Onlar olmasa Comte İnsanlık Dinini kuramayacak mıydı? Bilemeyiz.
Biz Rönesansı yaşamadığımız için mi hümanist olamadık? Evvela Rönesans tarihi bir gerçekten çok bir İtalyan miti. Düşüncede yeniden doğuş ve atlayış olmaz. İslamiyet′te kilisede yok, Allah′la kul arasında herhangi bir aracı da. İslam düşüncesi hangi baskıya karşı direnecek, bağımsızlığını kime ispat edecekti?
Hümanizm insan haysiyetine saygı, insana tabiat içinde istisnai bir değer vermekse, İslamiyet tek gerçek hümanizmdir.
"Humanités" edeb, efendilik, nefse hakimiyet, mukaddese saygı ise İslamiyet ve bilhassa tasavvuf  "humanités" nin ta kendisi. İnsan yalnız İslamiyet′te eşref-i mahlukattır…”
ÇAĞIN DİNİ : HÜMANİZM, OCAK 1980 – HİSAR DERGİSİ 

2- TÜRKLERİN KÖKENİ
“Anadolu eski taş devrinden beri akla gelen bir uygarlıklar çağlayanı, birbiri ardına gelen bir uygarlıklar sentezidir. Bunlar Hititler’den çok daha önce akmaya koyulan ve şimdi tarih ve arkeolojide Hitit, Frig, Lidya, İyon, Pers, Bizans, Selçuk ve Osmanlı diye adlandırılan ve birbirlerine katılıp birbirleriyle kaynaşan uygarlıklardır. Uzayıp gelen bu zincirin halkalarının her biri, önceki halkaların ya da kuşakların kanından gelmiş ve daha önceki uygarlığın –iyi kötü- bir sonucu, semeresi olmuştur. …
…Biz, yani bu topraklarda binyıllardır yaşayanlar zaten Batılıyız ve madem ki artık tüm dünyada insan olmak demek, Batılı olmak demek, bizim bu uğurda özel bir çaba içine girmemiz, yırtınmamız, çırpınmamız gerekmiyor. Çünkü zaten Anadolu topraklarında gelişen kültür, Batı kültürünün özünü oluşturmakta. Bizim yapmamız gereken de, Ege’nin mavi sularında gömülü bu öze dönmek.
Kısa bir süre sonra Mavi Anadolucu diye adlandırılacak bu hareket, hızlı bir yayın etkinliğiyle klasik Yunan kültürünün iki ayağından birini küllerinden diriltmeye yeltenir. Niçin bir ayağını? Çünkü Balıkçı’ya göre klasik Yunan’da iki ana yöneliş vardır: idealist düşünce ve hümanist düşünce. Başını Sokrates, Platon ve Aristoteles’in çektiği Atina merkezli idealist düşünce, tarih içinde baskıcı düzenlere dönüşmüş; İyonya merkezli Thales ve Demokritus gibi düşünürlerce biçimlendirilmiş hümanist düşünce ise hep insanca değerlerden yana olmuş. Öyleyse Atina’nın değil, İyonya’nın, yani Anadolu’nun izinden gitmek gerek…
Örneğin Köy Enstitüleri bu hareketin ürettiği ve bu harekete uygun insan üretmek üzere kurulduğu da başka bir gerçek. Sabahattin Eyüboğlu bu konuda görüşlerini hiç de saklamaz: “Köy Enstitüleri öğretmenin eğitmen olmasını, bir çeşit inkılâp misyonerliği, Cumhuriyet imamlığı yapmasını” açıkça dillendirir.
Bu imamlığın öbür okullarda da oturabilmesi için, tarih derslerinde en az Osmanlı Tarihi kadar eski Anadolu uygarlıklarının, Sümer, Hitit, Frig, Lidya, İyon, Akad ve Bizans tarihlerinin okutulmasını sağlarlar. Türk kültürüne bir başka katkıları da Demokrat Parti döneminde kaldırılan klasik filoloji dersleri. İslam medeniyetiyle ve Osmanlı kültürüyle bir bağı kalmayan yeni Türk gençlerinin ‘kendi gerçek köklerini’ bulabilmelerine yardımcı olacak bu dersler üzerinden, aynı zamanda bütün Batı medeniyeti verimlerine de ulaşılacaktır.”
Hamza Aktan, TÜRK HÜMANİSTLERİNİN ‘KÖKEN’ ARAYIŞI Mavi Anadolu HAREKETİ
Bu konuyu Mavi Anadolucuların ideologları durumunda olan Halikarnas (Bodrum) Balıkçısı Cevat Şakir’in görüşlerinden anlamaya çalışalım. (Bu bölümde Ekşi sözlükten yararlanılmıştır.)
Halikarnas Balıkçısı: “..Atina, Sparta, lyonya gibi taban tabana zıt kültürlerin biricik ortak vasıfları olan, bir dile sarıp sarmalayıp, hepsine hellenizm deyip bir tek uygarlık saymak bir batı göreneğidir. batının keyfince yapılan böyle değerlendirmeler ′bilgi′ diye, sorgusuz sualsiz, yani kafa işletilmeden hep kabullenilmiş ve kuşaktan kuşağa tekrarlana tekrarlana, hikmetinden sual olunmaz ′kutsal gerçek′ diye beton gibi dondurularak insanoğlunun tepesine kondurulmuştur.” Halikarnas Balıkçısı, Anadolu ′nun Sesi, sf: 67
 “..biz, o medeniyetin, yani klâsik medeniyetin gerçekten vârisleriyiz. çünkü o kültür anadolu′da doğup gelişmiştir, Anadolu′dan Yunanistan′a geçmiştir. bu gerçeğin anlaşılması —bilhassa duygu alanına geçirilmesi —, zihniyet ve ruhî halet itibariyle, birçok hayırlı ve güzel neticelere ve değişikliklere sebep olabilir.” Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Tanrıları, sf: 8, Yeditepe Yayınları, ikinci baskı, istanbul 1962
“Batı′da küçük çocuklara, Yunan efsaneleri diye, Anadolu efsanelerini okutup anlatırlar. işte bunlar, bizim elde etmek istediğimiz batı′lı kültürün kökünü ve temelini teşkil ederler. daha sonra, gençlik çağındaki çocuklar, klâsiklerle beslenip büyütülürler. bu suretle batı alemi, tamamiyle yabancısı bulunduğu bir kültürün vârisleri yerine getirilir. bir taraftan da, hemen her fırsatta, Grek′lerle aynı kökten —yani hint-avrupai— oldukları ilân edilir. bu surette de, Grek′lerle kendilerinin arasında bir kan bağı, hâsılı bir soy sopluk ve hısım akrabalık kurulmuş bulunur.” Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Tanrıları, sf: 8, Yeditepe Yayınları, ikinci baskı, istanbul 1962
“Avrupa′lıların İsa′dan iki bin yıl önce bir medeniyet veya kültür yaratmış olmaları imkânsızdı. çünkü onlar, ancak rönesans devrinde uyanabildiler; ve bu uyanışları da kuzeyden değil, güneyden geldi. oraya da doğudan geçmişti. Akhilleus′un Hamburg′dan, Artemis′in de Paris′ten geldiğini iddia etmek, Apollon′un Alpoğlan′dan, Artemis′in de Erdoğmuş′tan gelme olduklarını ileri süren bâzı aşırı Türkçüleri bile yaya bırakır. Birleşmiş Milletler, insanoğlunun tarafsız bir tarihini yazdıracakmış — pek güç ya— bu işi başarabilirse, ne mutlu ona!” Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Tanrıları, sf: 11, Yeditepe Yayınları, ikinci baskı, İstanbul 1962
“..bittabi Truvalılar Türk değildiler. fakat Truva gibi teuker gibi adlardaki ötüşler Anadolu′da çok rastlanan seslerdir... Prof. Bittel′in bizim Türkçülerden farklı kalmaz, onlar da ceffelkalem bu yukardakilerin topunu ′Türk′ deyip çıkıyorlar a, fazla incelemeden” (Halikarnas Balıkçısı ′nın Azra Erhat ′a mektubundan..) Azra Erhat, “Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı”, Adam yay., ilk basım: 1985, sf: 24-25

DEĞERLENDİRME VE ELEŞTİRİ
Mavi Anadolucuların Türk halk oyunları ile eski Yunan ayinleri arasında bağ kurmak gibi saçmalıklarını, Orta Asya’dan getirdiğimiz ve hala orada var olan kültürümüzü tanımamalarını dolayısıyla Asya’dan günümüze kültür devamlılığımızı gözden kaçırmışlardır. Asya kökenli Anadolu uygarlıklarının Türk olmadığı iddialarının yanlış çıkmasını da anmak gerek. İstanbul’u fetheden Fatih, Truva’nın öcünü aldık diyordu. Atatürk’ün de benzer görüşleri vardı. Sümerbank ile Etibank o günlerden hatıra, Allah şahit biz de Fatih ve Atatürk’ün bu sözlerini, fikirlerini ülkeyi savunma amaçlı söylediklerini düşünüyorduk. Ta ki
yeni araştırmalar sonunda Anadolu’nun binlerce yıllık Türk yurdu olduğu anlaşılana kadar. Haklı imişler.
Tamamı güçlü ailelerin solcu çocukları, çoğu sosyalist olan bu kişiler ilginçtir Kemalist olarak anılmayı başarıyorlar. Aileleri ciddiye alınması gereken bir konu, çünkü baba katili olan Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’i hapis yatırmayan, komünistlikten yargılananlarını da kurtaran ailelerden bahsediyoruz.
Atilla İlhan: “… İsmet İnönü… Yeni Türkiye ′nin, ′milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini doğru dürüst ve sağlam olarak görmesini′, zorunlu sayan Gâzi ′ye rağmen; açıkça ′Perikles devri′ diye anılan bir çığır açarak, devletin ′milli eğitimini′, Yunan/ Latin (affedersiniz ama, yâni Tanzimat) temeline niye kaydırsın?
Abartıyor muyum, hayır! ′Millî Şef′ in o tarihteki kültür danışmanı Nurullah Ataç, CHP ′nin ′nâşir-i efkârı′ ′Ulus′ gazetesindeki köşesinde, aynen şu satırları döktürmüştü:
′′a/ ...bizim ′devrim′ dediğimiz hareketin amacı, bu ülkeyi Batı ülkelerine benzetmektir: devrimcisi ile, gelenekçisi ile...′′
′′b/ ...biz görüyoruz eksiğimizi: Yunanca öğrenmedik, Latince öğrenmedik, Avrupalıların eğitiminden geçmedik; onun için, ne denli uğraşsak, Avrupalılar gibi olamıyoruz, buna üzülüyoruz...′′
′′c/ ...gençleri, kendilerine hür edebiyatı öğreterek kurtarabiliriz. Eski Yunaneli′nin, eski Roma′nın edebiyatını; Platon′un, Aristophanes′in, Euripides′in, Herakles′in, Vergilius′un eserlerini okusunlar; onların etkisi ile Avrupa edebiyatlarının eserlerini okusunlar...′′
Hepsi bu kadar mı, hayır! Neredeyse yirmi beş yıl önce kaleme aldığım bir ′Söyleşi′ de, bakar mısınız ne demişim:
′′...buna karşılık Ataç, Halk Mûsıkisi′ni sevenleri ′uygarlığa düşman′ saymakta; aydınları, ′bu lâubâlilikten vazgeçirmek gerektiğini′ ileri sürmektedir; ′o zaman, Alaturka Mûsıki′den de, belki kurtulurmuşuz′; ′Divan Şiiri′ni okumamak gerekirmiş′; onun için de, ′severekten, yüreğimiz kanayaraktan kapatacağız Divan Şiiri′ni′ dememiş midir?′′ (bkz. ′Hangi Atatürk′ )
′Kültür, zeminle mütenasiptir...′
Oysa Mustafa Kemal Paşa , onun bu söylediklerinin tam karşıtını düşünüyordu; zaten öyle de yapmıştı; daha Cumhuriyet ′in ilânından önce ( Temmuz 1921 ) verdiği bir ′tarif′ te -tadını çıkarasınız diye, kelimesi kelimesine aktarıyorum- demişti ki:
′′...şimdiye kadar tâkip olunan (Tanzimatçı) tahsil ve terbiye usûllerinin, milletimizin tarih-i tedenniyatında en mühim âmil olduğu kanaatındayım. Onun için ′millî′ bir ′terbiye programı′ndan bahsederken, eski devrin hurâfatından ve evsâf-ı fıtrıyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, Şarktan ve Garbdan gelen bilcümle tesirlerden uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenâsip bir kültürü kasdediyorum...′′
′′...çünkü dehâ-yı millîmizin inkişâfı, ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. (buraya dikkat! Lâalettâyin bir ecnebi kültürü, şimdiye kadar tâkip olunan ecnebi kültürlerin tahrip edici neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür (haraset-i fikriye) zeminle mütenasiptir, o zemin milletin seciyesidir...′′ (bkz. Enver Ziya Karal, ′Atatürk′ten Düşünceler′)…
Fâlih Rıfkı Bey, ilk ′Kemalistler′ i anlatırken, ne diyordu bilir misiniz? Şunları:
′′...bizler, ′Türkçülük′le idealsiz kalmaktan ve boşlukta sallanmaktan kurtulmuştuk. 1923′te Atatürk, Meşrutiyet milliyetçilerinin de hayallerini çok yukardan aşıp giden devrimlerini tasarladığı vakit, onu inanarak anlayanlar ve anlayarak ona sarılanlar, hep Türkçüler olmuştur...′′ (Bkz. ′Batış Yılları′)
Peki, hep öyle kalmışlar mıdır?”  Cumhuriyet, 07.01.2005  “...´İleri Bir Tanzimatçı´ Ne Demek?..” başlıklı yazısı
“…Bir de Türk soyundan gelmemenin verdiği gayrı millî şuurla Anadolu′yu bir bardak, içindeki milleti bir kokteyl, Türkleri de bu kokteyle en son katılan içki saymak gibi hezeyan var ki taraftarları birtakım ruh hastalarından ibarettir.”  Nihal Atsız
Atsız’ın bahsettiği kişiler Mavi Anadoluculardır. Yalnız bu yazıda Osmanlıda Avdeti, Cumhuriyette Dönme ve Beyaz Türkler denilen Sabatay Zwi ile birlikte Müslüman Türk görünen aslen Musevi Yahudi kalan iki dinli iki soylu toplumdan olmaları, masonlukları konu dışıdır.  Son yıllarda Atatürk’ün 1935 yılında mason localarını kapattığı ve Filistin’de bir yahudi devleti kurulmasına izin vermemesi yüzünden doktorları eliyle öldürüldüğü iddiaları yaygınlık kazanmıştır. Hatta masonların Atatürk’ü öldürdükten sonra cenaze namazını bile kıldırmak istemedikleri kızkardeşi Makbule Atadan’ın isteği üzerine cenaze namazının kılındığı iddia edilmektedir. Bu konu ilgilileri tarafından ayrıca incelenmeli ve doğruluğu veya yanlışlığı ortaya konulmalıdır.
Bizi ilgilendiren yönü, Yeni rejim, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak ilkesine, -bir takım bilgi yanlışları ve hataları olmasına rağmen- bağlı idi. Fikir babası Ziya Gökalp’in 1924 yılında elli yaşına gelmeden ölümü bir eksiklik oldu. Ancak 1938 yılında Atatürk’ün ölümü bu devri büyük ölçüde sona erdirdi. Atilla İlhan’ın bahsettiği “Perikles Devri” diye anılan bir devrin başlamasına neden oldu. Sabahattin Eyüboğlu (Kasım  1967 tarihli "Emperyalizm ve Kültür") bir yazısında Atatürk’ün batı sömürgeciliğinin amansız düşmanı, batı kültürünün kulu kölesi olduğunu söyleyebiliyordu. Atatürk’ün arkasına saklanan bu kişiler zımmen Türk düşmanıdır. Türklerin tamamen batı kültürü içinde erimesi ve yok olması davasının misyonerleridir. Türk milletinin dini ve milli bağlarını koparmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Hala da müttefiklerini artırarak devam etmektedirler.
Dine aslında İslam Dinine düşmanlıklarını da devam ettirmektedirler. İslama karşı teklif edebilecekleri hiçbir din olmadığı, İslamın hepsini eleyip eleği duvara astığı için ateizmi sevimli gösterme çabaları devam etmektedir. Tepki çekmemek için Ateist diyemedikleri yerde laik kelimesini kullanarak bakın ateistler ne kadar hümanist, insancıl oysa dinciler ne kadar kötü, katil vb. propaganda yapmaktalar. Oysa Ateistlerin geçen yüzyılda sadece Sovyetler Birliğinde Kolhozları yerleştirmek için öldürdükleri, ölümüne sebep oldukları insan sayısı, Hz. Adem’den bu güne din için ölen, öldürülen insan sayısından fazla… Ateistlerin geçen yüzyılda dünyada öldürdükleri insan sayısı, ateist Hitler’in ölümüne sebep oldukları hariç 120 milyonu bulduğu söyleniyor, yazılıyor. Eğer bu ateist, hümanist, sosyalist sevgi pıtırcıklarını anlamak isteyenler varsa, Kızıl Kmer’ler ve Pol Pot hakkında kısa bir araştırma yaparak insanın içinden Allah sevgisi ve korkusu çıkınca nasıl yaratıklara dönüştüğünü görebilirler. İslam dünyasında ellerinde silahlarla dolaşan batı ajanı, İslamcı kiralık katillerin vahşetleriyle karşılaştırabilirler. Sonuç olarak bu konu herkesin bilgi sahibi olması gereken bir konu değildir. Ancak Türk milletinin ve bütün insanlığın mutluluğunu ve geleceğini dert eden Türk milliyetçilerinin bilgi sahibi olması gereklidir. Türk milliyetçilerinin biz Kemalist değiliz. Atatürk gibi Türk milliyetçisiyiz demeleri yerinde, sağlam ve oyunu bozan bir duruştur. Tıpkı İslamcı değiliz Elhamdulillah Müslümanız demek gibi …

Allah’a emanet olun.
İrfan KARAOĞLU

29.03.2014

Bu blogdaki popüler yayınlar

Oğuz Kağan’ın Mührü

12 Adalar ve İsmet İnönü