Atatürk Ve Cumhuriyet

 


           Girmiş olduğu Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak çıkan Osmanlı İmparatorluğu sonuçta 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Müterakesi’ni imzalama durumuna gelmesi ile itilaf Devletleri’ne, büyük imparatorluğu kendi istedikleri şekilde ortadan kaldırma fırsatını vermişti. Adı geçen müterakeden istifade eden İtilaf Devletleri Atatürk’ün dediği gibi, “Türk ata yurduna ve Türk’ün istiklaline tecavüz etmeye” başlamışlardır.

            Bu durum karşısında halk, devletten beklediğini bulamamış, canını, namusunu, malını korumak amacıyla kendisini savunma durumuna düşmüş ve küçük gruplar halinde Milis Kuvvetleri meydana getirerek Bağımsızlık Savaşı’nı başlatmıştı. Böylece Mondros Müterakesi ile eli kolu bağlı bir hale getirildiği bir sırada, tevekküle botun eğmeyerek, başkalarının kendisine tayin edeceği akıbeti kabul etmemiştir. Bunun üzerine Türk milleti haklarını savunmak amacıyla milli cemiyetler kurarak, yaşama azim ve kararında olduğunu göstermiştir.

            İşte İstanbul’daki mevcut yöneticilerin, Anadolu’nun işgaline kayıtsız tutumu, her şeyi oluruna bırakması ve İngilizlerin bütün arzularına boyun eğmesi memlekette yer yer bir takım milli teşekküllerin kurulmasına yol açmıştı.

            Bunun üzerine M. Kemal Paşa, 5 Kasım 1918 günü Adana’da sınıf, silah ve ideal arkadaşı Ali Fuat Paşaya : “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar bu yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır” şeklinde söylemiş olduğu sözleriyle ilk Milli Mukavemet fikrini ortaya atmıştır. Daha milli mücadele başlamadan, halkın milli direnişte söz sahibi olmasını savunmuştur.

            Daha sonra Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a gitmiş ve burada da mücadele fikrini ortaya atarak, bu uğurda gayret sarf etmiştir. Bunun sonucu olarak Mustafa Kemal Paşa, müstakil yeni bir Türk Devleti kurmak emeliyle yola çıkarak, Anadolu’daki dağınık çalışmaları birleştirmek için Samsun’dan başlamak üzere, Amasya, Erzurum ve Sivas’da faaliyetlerde bulunmuş neticede Türk milletinin isteği doğrultusunda yurdu kurtaracak milli bir teşkilat tesis etmişti. Bunu yeterli görmeyip, Ankara’da da Büyük Millet Meclisi’ni teşekkül ettirip, Türk Milli Mücadelesi’ni dünyaya duyurmaya çalışmıştı.

            Böylece hayatının 39. yılına bastığı ayda Mustafa Kemal Paşa, Türk milletini kurtarma ve yeni bir devlet tesis etme devrine girmiş oluyordu. Öte yandan Mustafa Kemal Samsun’a çıktıktan sonra İstanbul’da sadaret makamına yazdığı raporda : Türklüğün yabancı idaresine tahammülü olmadığını, İzmir’in Türklerce önemli vilayetlerden biri olduğu, hiç bir yabancının memleketimizi işgaline razı olamayacağımızı, askeri kuvvetle yapılan bu işgalin geçici olduğunu ifade ettikten sonra,  Milli Mücadelenin istikametini şöyle tayin ediyordu: “Millet tek vücut olup, hakimiyet esasını ve Türk duygusunu hedef tutmuştur.” Böylece Milli Mücadelenin birliğe, Milli hakimiyet ve Türk milliyetçiliği fikrine dayanacağını belirtiyordu. Atatürk işte böyle bir görüş ve imanla mücadeleye başladı. Atatürk’te bu güven duygusu hesaba katılmadıkça Milli Mücadeleyi izah etme imkanı yoktur. Atatürk, millete olan güvenini,sonradan  nutkunda su sözlerle dile getirecekti : “Ben 1919 senesi Samsun’a çıktığım zaman elimde maddi hiç bir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin  asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek manevi kuvvet vardı. Ben işte  bu milli kuvvete bu Türk milletine güvenerek işe başladım.”

            Gerçekten de Mustafa Kemal, müsait olmayan bu şartlarda başlattığı milli istiklal mücadelesini başarmak için millete, milletin azim ve kararına müracaat etmiştir. Nitekim daha 1919 yılında yayınlanan Amasya tamiminde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” demiştir. O zamana kadar kimsenin söylemeğe bile cesaret edemediği bu açık samimi ve cesur görüşler, Erzurum Kongresi’nde “Kuva-yı Milliye’yi amil ve millet iradesini hakim kılmak esastır” maddesiyle yerini almıştır.

            Böylelikle, Milli Mücadelemizin her safhası, bu mücadelenin kahraman öncüsünün dehasını göstermesi bakımından olduğu kadar, hürriyet ve istiklaline bağlı milletimizin sahip bulunduğu meziyetleri ortaya çıkarması bakımından da gelecek nesillere her zaman gurur, şevk ve heyecan veren bir muhteva taşımaktadır.

            İnanılması güç noktalardan biri, Mustafa Kemal’in açılacak yeni bir savaştan Türk milletinin galip çıkacağına ta başından inanmış olarak Milli Mücadelenin öncülüğünü yapmış olmasıdır. Gerçekten de, Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçer geçmez yeni bir mücadelenin zaruretini olduğu kadar, bu mücadeleden muzaffer ayrılacağımıza olan sarsılmaz kanaat ve imanını da her vesile ile intikal ettirmeğe önem vermiş ve bu suretle, mütareke döneminin memlekette açtığı yılgınlık havasını dağıtmaya gayret etmiştir. Atatürk’ün daha kongre toplanmadan, Erzurum Müdafaa-i Hukuk teşkilatıyla yaptığı ilk temaslarında bile işlediği konu budur.

            Nitekim, Erzurum Kongresi sırasında 9 üyelik Heyet-i Temsiliye seçildi ve Mustafa Kemal Paşa başkan oldu. Bu heyetin yetkileri çok genişti. O derece ki; Heyet-i Temsiliye ye vatanın tamamiyetini ve milletin istiklalini temin hususunda her türlü tedbir ve siyasi icrada bulunma yetkisi verilmişti. Daha sonra gerçekleşen Sivas Kongresi sırasında ise; Heyet-i Temsiliye ye altı yeni üye seçilerek, Erzurum Kongresi’nden sonra, üye olan Refet Bey ile birlikte, sayı 16’ya yükseltilmişti. Kısaca şunu belirtmek isterim ki, Heyet-i Temsiliye Anadolu’da kurulan Erzurum ve Sivas Kongrelerine katılan üyeler tarafından seçilmiş, yani milletin iradesini temsil eden geçici bir hükümet durumuna gelmişti. Böylece Heyet-i Temsiliye yer yer işgal altında bulunan kutsal Anadolu topraklarını savunma görevini fiilen üstlenmiş oluyordu.-KES-

            Buradan hareketle Heyet-i Temsiliye ve onun başkanı büyük Atatürk, bütün bağımsızlık savaşı sırasında Kuva-yı Milliye’nin en büyük destek ve dayanağı olmuştur. Zira Türkiye’de Milli İrade, Milli Hakimiyet gibi kavramlar siyasi hayatımıza ilk defa Milli Mücadele ve ulu önder Atatürk’le birlikte girmiştir.

            Öte yandan Sivas Kongresi’nden sonra da, Milli İrade’nin sesi olarak İrade-i Milliye adında bir de gazete neşredilmeye başlanılmıştır. Daha sonra ise Ankara’da yayınlattığı gazeteye de Hakimiyet-i Milliye adını vermiştir. Bu gazeteler ile Türk İstiklal Hareketi’nin sesi içerde ve dışarıda duyurulmuştur.

            Ayrıca Erzurum ve Sivas Kongreleri’nin kararlarına benzer ve Türk Milli Mücadelesinin ve bağımsızlık savaşımızın en önemli belgesi olan Misak-ı Milli’nin Osmanlı Mebusan Meclisi’nde kabul edilmesi ve bu belgenin Türk Kurtuluş Savaşı’nın hedefi olarak ilan edilmesi, halk adına alınmış en büyük karardır. Yine güzel yurdumuz ve kutsal Anadolu toprakları işgal altında bulunduğu bir sırada Ankara’da 23 Nisan 1920 günü de TBMM açılarak, milli hakimiyet tesis edilmiştir. Böylece savaşın tam ortasında Milli Mücadele’nin TBMM tarafından yürütülmesi ister istemez yeni devletin temelinin millet iradesine dayandığını göstermektedir.

            Bu takip ettiğimiz tarihi duruma göre 1919 yılı Türk milletinin istikbalini hazırlayan fikirlerin ortaya atıldığı bir yıldır. Dağınık Milli Mukavemetler, Mustafa Kemal liderliğinde, Milli İrade prensibine göre toplanmış, Türk milletinin birliğini temin etmek ve yeni bir devlet şekli ile idare edilmenin gereği belirtilmiş ve buna göre her müşkülü yenebilme yoluna gidilmiştir.

            Milletin isteği ve Mustafa Kemal’in konuşmaları da tetkik edilmesinden anlaşıldığına göre, Mustafa Kemal bütün milli kuvvetleri ve cemiyet halinde kurulan toplulukları, mukaddes vatan bütünlüğü içinde birleştirmeyi hedef göstermiştir. Bu prensipler çok kesin ve açıktır. İlk önce her yönü ile istiklali tam Milli Hakimiyet’e dayanan ve cumhuriyet idaresiyle doruk noktasına ulaşan bir devlet idaresi kurmaktı. Bu doğrultuda Atatürk, Türk milletine daima güvenmiştir. Türkiye Cumhuriyetini kurarken burada Türk halkının Milli İrade’sine güvenmiştir. Halkın seçeceği temsilcilerle ülkenin yönetilmesi esas alınmıştır.

            Böylece, Atatürk son Türk devletini bölmek ve parçalamak isteyenlere, onların hainane emellerini gerçekleştirmeye fırsat vermek ve millet varlığının sonsuza kadar devam etmesini sağlamak için devlet ve millet hayatına “Milli Hakimiyet” düsturuna getirmiştir. O’na göre “Milli Hakimiyet öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdur.”

            Buna dayalı olarak Atatürk 1922 yılında yaptığı bir konuşmada: “Cihan tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman devleti tesis eden ve bunların hepsini hadiselerle tecrübe eden Türk milleti bu defa doğrudan kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek bütün felaketlerin karşısında doğuştan taşıdığı kabiliyet ve kudretle yerini aldı. Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hakimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden meydana gelen bir yüce mecliste temsil etti. İşte o meclis, yüce meclisinizdir. TBMM’dir ve bu hakimiyet makamının hükümetine TBMM Hükümeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı, bundan başka bir hükümet heyeti yoktur ve olamaz” diyerek devletin bir halk devleti hükümetin bir halk hükümeti olduğunu belirtmiş oluyordu.

            Artık O’nun “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözü sadece meclis binasını aydınlatan ilahi bir avizesi değil asker, sivil her kesimden Türk milletini sevk ve idareye talip olanların da vicdanlarını aydınlatan bir meşaledir, bir nurdur. Kimsenin bu meşalenin aydınlattığı feyizli yoldan dönmesine yani demokrasi yolunun dışına çıkmasına imkan yoktur. Aksi taktirde bu millet için bir sapıklık ve hıyanet olur. Oysa bu gerçeği Atatürk şöyle dile getirmiştir; “Milletin irade ve emeline uymayanların talihi acıdır, eninde sonunda yok olmaktadır”.

            Öte yandan Milli Mücadele’nin, büyük zaferle neticelenmesi sonucunda içerde ve dışarıda insanlığın gözü Ankara’ya çevrilerek yeni devletin ne olacağı, ne ile idare edilebileceği gibi bir takım kafaları kurcalayan sorular ortaya atılmıştır. Bu sorulara karşılık olarak, 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatın kaldırılması ile cumhuriyet idaresine yol açılmış oluyordu. Zaten, Milli Mücade’lenin başından beri yapılan hareketler ve takip edilen yol, cumhuriyet idaresine gidecek olan yoldu. Neticede, 29 Ekim 1923 günü doğan çocuğa ad konularak cumhuriyet idaresi TBMM’de ilan edildi. Cumhurbaşkanı olarak da Mustafa Kemal Paşa seçildi. O da yeni hükümeti kurmakla İsmet Paşa’yı görevlendirdi.-KES-

            Bilindiği gibi Cumhuriyet “ Halkın; hakimiyeti, doğrudan doğruya  veya seçtiği temsiller aracılığıyla kullandığı devlet şeklidir.” diye tarif edilir. Bu tariften hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, yani millet iradesinin devlet idaresinde hakim olduğu bir idare şekli anlaşılır. Bu da; devletin demokratik prensipleri uygulaması, yani hiç bir kayıt ve şarta tabii olmadan milletin belirli bir yaşa gelmiş bütün fertlerinin kendi yöneticilerini kendi içerisinden ve kendisi için seçmesi ile mümkündür. seçim unsuru Cumhuriyet idarelerinin mahiyetini belirliyen yegane ölçüdür, bunlar totaliter Cumhuriyet, seçkinler Cumhuriyeti, demokratik Cumhuriyet gibi. o sebeple iktidarın kaynağı Cumhuriyet idarelerinde çok önemlidir. Bizim Cumhuriyetimizde bu kaynak tamamiyle milletin kendisi ve bütünüdür. Atatürk bu durumu, “ Bugünkü hükümetimiz doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilatı ve hükümetidir ki, onun adı Cumhuriyettir.” sözleriyle açıkça belirtmektedir.

            Esasen Atatürk’ün çağdaş düşünce ve medeniyete yönelme arzusuyla çağımızın denenmiş ve en sağlam yönetim şeklini benimseyip, bunu gelecek nesillere de bir ilke şeklinde emanet etmesinin sebebi, tarihi gelişimi içinde Türk’e en yakışır idare biçimi olarak gördüğü ve Türk inkılabının ana unsuru saydığı Cumhuriyeti; yani Türk devletinin temeli kabul edip, inkılap değerlerini de temsil eden bir devlet ve hükümet şekli olarak telakki etmesinden ileri gelmektedir.

            Onun için ki, Cumhuriyet, 1924’lerden itibaren Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında değiştirilmesi dahi teklif edilmeyen bir idare şekli olarak yer almıştır.

            Böylece “ Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti ile Türk tarihinde yeni bir devir açılırken milletimizde, “ Tabiat ve karakterine en uygun idare olan Cumhuriyet idaresine” kavuşmuş oluyordu.

            Bu arada aynı zaman dilimi içerisinde gözlerimizi batıya çevirirsek değişik yönetim şekilleri ile toplumlarını idare etme yoluna gitmişlerdir. Bazı devletler sömürge imparatorluklarını kurmuşlardı. Bunlar İngiltere, Fransa gibi devletlerdi. Bu imparatorluklar  yönetimlerinde kendi halklarını üstün görme özelliği ve sömürge haklarını da aşağılama prensibine dayanmaktaydılar. Ayrıca batıda faşist rejimlerin hüküm sürdüğü, tek kişinin sözüne bağlı devlet şekilleri de vardı. Bunlar Almanya ve İtalya gibi devletlerdi.

            Diğer taraftan Rusya’da ise, komünist bir idare kurulduğu ve hakimiyetin bir grupta toplandığı açıkça görüldüğü bir sırada, Atatürk Türkiye’de millet idaresine dayanan Cumhuriyet yönetimini kurmuş ve yurdumuzda milli egemenliği yerleştirme gayretleri içerisine girişmiştir.

            Cumhuriyet ilanının neticesi olarak, tek kişinin hakim olduğu yönetim şeklinden, millet iradesinin hakim kılındığı yönetim şekline geçilmiştir. Cumhuriyet idaresi demek, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete olması demektir.

            Millet idaresine dayalı yönetim şekli olan cumhuriyeti ilan eden TBMM’i “Yaşasın Cumhuriyet” sözü ile en büyük gelişmeye ad koyuyordu. Şimdi de “Yaşasın Demokratik Cumhuriyet” sözü en büyük gelişmeyi temsil etmektedir. İşte demokratik cumhuriyet milli iradeye dayalı, hürriyetçi parlamenter rejimdir. Bunun kaynağı millettir. Bu kaynak Türkiye’de, Türk milletidir.

            Şurasını da belirtmek isterim ki; devletler vardır, adı cumhuriyettir, fakat yönetim milli hakimiyete dayanmaz, bu tür rejimlerde milletin rolü yoktur, dolayısıyla bunlar demokrat olamazlar. Zira Cumhuriyetin temeli çok partili rejimdir ve bunun asıl kaynağı, sözün millete olmasıdır.

            Ayrıca, Türk’ün tarih içindeki diğer devletlerinin meydana gelişlerinde bütün vasıflar Cumhuriyette de vardır. O durumu muahafaza ettiği içindir ki, Cumhuriyet, emperyalistlerin boğazımıza sarıldığı bir dünya kavgasından sonra, şerefle, bugün ayaktadır. Milli Mücadele bir savaş değil, gerçekte tarih içindeki yerimizin ve haysiyetimizin amasız mücadelesidir. Anadolu’da kalmak milli devleti kurmak ve halkın iradesine dayanmak şarttır. Cumhuriyet budur. Çünkü cumhuriyet fazilettir. Türk milletinin tabiatına uyan idare cumhuriyettir. Bu Cumhuriyet halkın iradesine dayanan “Demokratik Cumhuriyettir”.

            Artık bundan sonra, “ medeniyet yolunda yürümek ve muaffak olmak şartı hayatidir” diyen büyük kurtarıcı, milletimizi çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracak ileri bir zihniyetin yerleşmesi çabası içerisine girdi ve bu yolda da bir takım inkılaplar birbirini takip etti.

            Bu inkılapların en önemlilerinden birisi, hakimiyetin kayıtsız şartsız Türk milletine devredilmesidir. İşte, Milli İrade’ye dayanmak için siyasi partilerin kurulması şarttır. Bundan dolayı artık siyasi partiler kurulmalı, millet temsilcisini yani vekilini bu siyasi partiler nezdinde seçerek TBMM’ne göndermelidir. Zira genç Türk devletinin temelinde Milli İrade olduğu için cumhuriyetin

“ Demokratik Cumhuriyet”e yönelmesi kaçınılmazdı.Nitekim bu doğrultuda hareket eden Atatürk, millet iradesine giden yolun siyasi partilerden geçtiğini ve bunun da neticesi hürriyetçi parlamenter rejimin oluşumu ve varlığını sürdürmesidir. Bu yoldan hareket eden Mustafa Kemal Atatürk, 1930 yılında arkadaşı Fethi Okyar’ın Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurmasını desteklemiş, kız kardeşi Makbule Hanımı da muhalefet partisine girmeye teşvik etmiştir. Burada, Atatürk’ün çok partili hayatın kaynağı Türk halkıdır, yani halkın iradesidir. Atatürk’ün başlatmış olduğu bu deneme, inkılapların yeterli derecede kökleşmediğini ve Türk milletinin modern iradenin işleyişine henüz hazırlıklı bulunmadığını göstermiştir. Bundan sonra Atatürk, ölümüne kadar Milli İrade’ye dayalı olan hayat şartlarının Türkiye’de hazırlanmasına emek sarfetmiştir.

            Atatürk yaşadığı sürece, Türkiye’de Milli İrade’nin yerleşmesi için çalışmıştır. Mesela; özel teşebbüsün gelişmesini önlemeyecek tarzda devlet eliyle milli sanayiinin kurulmasına j-hız vermiş, diğer taraftan muasır medeniyeti benimsemiş, 1932’den itibaren yurdun her köşesinde halkevleri açılmıştır. Belediye ve milletvekili seçimlerinde oy kullanmak ve seçilmek hakkını da Türk kadınlarına sağlamıştır.

            Diğer taraftan Atatürk cumhuriyeti kurarken onu Türk gençliğine emanet etmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere milli hakimiyet prensibi üzerine oturan çok partili sistemin zaman zaman tehlikelerle karşılaşacağıdır. Bundan dolayı, gençlere “Gençler cumhuriyeti biz kurduk onu yaşatacak ve yükseltecek sizlersiniz” diyerek, cumhuriyeti Türk gençliğine emanet etmiştir.

            Buraya kadar olan açıklamalarımızda Atatürk’te milli hakimiyet anlayışı ve onun tarihi gelişimi üzerinde durulmuştur. Fakat bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz şudur; Atatürk’te, milli birlik için milli hakimiyet esastır. Milli hakimiyet ise birlik, dirlik, bütünlük, içinde ebed-müddet Türk devleti ülküsü için yaşamak, dolayısıyla ülkeyi parçalamak, milleti bölmek isteyenlere, kökü nereden gelirse gelsin bölücü akımlara, ayrılıkçı güçlere ve onların yerli ve yabancı işbirlikçilerine karşı var gücüyle direnme şuurudur., yegane kurtuluş gücü ve kaynağıdır.

            Öyle ki; milli hakimiyet yolu takip edildiği taktirde devletimizin bekası ve milletimizin bütünlüğü var olacaktır. Bunlar var oldukça, Türk milletinin milli iradesine dayalı TBMM’i sayesinde Türkiye Cumhuriyeti de Atatürk’ün dediği gibi ilelebed payidar kalacaktır.Alıntı
30.10.2017

Bu blogdaki popüler yayınlar

Boris’in Dedesi: Ali Kemal

12 Adalar ve İsmet İnönü

26 Ağustos-9 Eylül