Asabiye Ve Devlet

  

Irk kelimesi dilimize Arapçadan geçmiş bir kelimedir. Ayn+ra+kaf harflerinden oluşan bu kelime Arapçada; kök, asıl ve damar anlamlarına gelir. Irk ve Irkıyye (ırkçılık) kelimeleri Arapçada Türkçe’mizde kullanıldığı anlamda fazla kullanılmaz.

 

Türkçedeki ırk anlamında Arapçada daha çok ayn+nun+sad+ra harflerinden oluşan unsur sözcüğü kullanılır. Irkçılık için unsuriyye ve ırklar için anasır denir. Unsur kelimesi Arapçada ırk kelimesinden başka; soy, kök, element ve Türkçede kullandığımız şekliyle unsur anlamlarında da kullanılır. Bazen ırk-ırkçılık için unsur-unsûriyye yerine cins-cinsiyye, kavim-kavmiyye kelimelerinin kullanıldığı da görülmekle birlikte, cins- cinsiyyenin uyruk, vatandaşlık ve kavmiyyenin (kavmiyet) de Türkçe’deki milliyetçilik karşılığında kullanımı daha yaygındır.

Bu açıklamanın sebebi ırkçılık için Arapçada kullanılmayan bir kelimenin ülkemizde özellikle hadis tercümelerinde kullanılmasıdır. Daha doğru söylemek gerekirse milliyetçilik ve ırkçılığa karşı argüman üretmek için bazı insanlar hadisleri kasıtlı yanlış tercüme etmekteler. Bazıları da şüphesiz ırkçılıktan sakındırmak gibi iyi niyetlerle bu yanlışlığı sürdürmektedirler.

Hadislerde ırkçılık diye araştırma yaptığınızda, aslında araştırma yapmanıza da gerek yok bu konular her açıldığında karşılaştığımız hadislerde Arapçada ırkçılık anlamına gelen ne ırkıyye ne de unsuriyye kelimeleri geçmemektedir. En azından kendi adıma hatırlayabildiğim kadarıyla hiç karşılaşmadım. Hangi sebeple olursa olsun hadis metinlerinin zorlanması, anlamı dışına çıkarılacak yorumlar yapılması kabul edilemez. Hadislerde peygamberimizin kullandığı kelime Asabiyyedir. Peygamberimiz o hadislerinin büyük çoğunluğunda kınadığı, lanetlediği aşiretçilik, kabilecilik  için asabiyye kelimesini kullanmaktadır.

 

Asabiyye kelimesi ve asabiyye kelimesini oluşturan ayn+sad+be harflerinden oluşan, asabe kökünden gelen bu sözcük de ırk ve unsur kelimeleri gibi dilimize girmiş bir kelimedir. Yabancı olmadığımız bir sözcüktür. Öncelikle söylemek gerekir ki olumlu veya olumsuz anlamda olması kullanıldığı yere bağlıdır. Anlamı bağ kelimesi ile ilgilidir. Olumlu anlamda; bağlılık, bağlamak, sarmak, sargı, taç, sarık, topluluk, baba tarafından akrabalar ve dayanışma anlamlarına gelir. Kullanıldığı yere göre olumsuz anlamda ise; bağnazlık, yobazlık, tarafgirlik, fanatik olmak, fanatizm anlamlarına gelir. Eskiden hastanelerimizde asabiye servisleri vardı. Vücudu birbirine bağlayan sinir sisteminin hastalıklarına bakardı. Asabiyeci (psikiyatr) doktorlar vardı. Yine aynı kökten bir kelime olan taassub, bağnazlık anlamında olumsuzluk içermesine rağmen taassub sahibi demek olan mutaassıb kelimesi, dinine bağlı mânâsında olumlu bir anlam içermektedir. Çok mutaasıp, temiz bir aile cümlesindeki gibi. Kur’an’da asabiye kelimesi geçmemekle birlikte ‘asabiye’ ile aynı kökten gelen ‘usbe’ kelimesi yer almaktadır  Bunun anlamı da birbirine destek veren, birbirini kuvvetlendiren topluluk demektir  (24 Nur/11, 28 Kasas/76, 12 Yusuf/8, 14)  

 

Asabiye kelimesinin terim anlamı için T.D.V. İslam Ansiklopedisinin, Mustafa Çağrıcı’nın yazdığı Asabiyet maddesinden alıntı yapalım. “Düzenli bir siyasî birlikten ve hukukî yapıdan mahrum olan Câhiliye döneminde, bir kabilenin veya kabileden bir kişinin başka kabile tarafından -hangi sebeple olursa olsun- tecavüze uğramasını önleyen veya herhangi bir tecavüzün vukuu halinde, bunun doğurduğu maddî ve mânevî zararın telâfîsini sağlamaya sevkeden en önemli ve tesirli âmil asabiyet kanunu idi. Saldırıya mâruz kalan tarafın kendi kabilesini yardıma çağırması (istigase) halinde bütün kabilenin galeyana gelerek (hamiyye) bu çağrı uyarınca hareket etmesi asabiyet kanununun kaçınılmaz bir gereği idi ki Câhiliye döneminde ardı arası kesilmeyen kabileler arası savaşların temelinde bu kanun vardı.

Asabiyetin siyasî ve hukukî alanlardaki otorite boşluğunu doldurmak, mal, can ve ırz güvenliğini sağlamak gibi olumlu yönleri yanında aile, aşiret veya kabilenin, yahut benzer bir topluluğun hak ve menfaatlerine tecavüz etmek, onlara karşı şiddete başvurarak üstünlük sağlamak gibi olumsuz ve zararlı yönleri de vardı. Böyle bir asabiyet anlayışı, Cündeb b. Anber b. Temîm’e isnat edilen (Meydânî, II, 334) bir şiirde, “İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et” şeklinde ifade edilmiş, zamanla Arap atasözleri arasına giren bu ifade, yazısız bir kanun olarak telakki edilmişti. Şair Asla‘ b. Abdullah’ın, “Kardeşim bir topluluğa karşı haksızlık yapınca ben ona yardım etmeyeceksem haksızlığa uğrayınca da yardım etmem” anlamına gelen beyti (Ebü’l-Mehâsin eş-Şeybî, I, 325), başka bir şairin, “Senin gerçek kardeşin seninle birlikte hareket eder; sen zalim olursan o da seninle birlikte zalim olur” mânasındaki beyti (Ebü’l-Hilâl el-Askerî, I, 58-59), Câhiliye dönemindeki asabiyet anlayışının tipik ifadeleridir…

Cübeyr b. Mut‘im’in rivayet ettiği ve Buhârî’nin Sahîĥ’i dışındaki belli başlı hadis mecmualarında bazı varyantlarıyla yer alan aşağıdaki hadis, hem asabiyetin Câhiliye dönemindeki muhtevasını göstermesi, hem de Peygamber’in asabiyet temayüllerinin müslümanlar arasında yeniden baş göstermesinden duyduğu kaygıyı hatıra getirmesi bakımından son derece önemlidir: “Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü Câhiliye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek müminin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefa göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse benim ümmetimden değildir. Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü Câhiliye ölümüdür” (Müslim, “İmâre”, 57; Nesâî, “Tahrîm”, 28; İbn Mâce, “Fiten”, 7; Müsned, II, 306, 488)” Daha geniş bilgi İslam Ansiklopedisinin ilgili maddesi okunarak elde edilebilir.

 

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Kim ummiyye (gayesi İslam olmayan) bir bayrak altında bir asabiyete çağırırken veya bir asabiyete yardım ederken öldürülürce onun ölümü, cahiliye ölümü üzeredir." (Ravi:Cündeb İbnu Abdillah Hadis No:4798) Kaynak: Müslim, İmaret 57, (1850); Nesai, Tahrim, 28, (7,123)

"Ey Allah`ın Resulü," dedim, "asabiyet nedir?" "Asabiyet," buyurdular, "zulümde kavmine yardım etmendir." (Ravi: Vasile İbnu`l-Eska Hadis No: 4800)

Rasûlullah (s.a.s.)′a soruldu: "Kişinin soyunu, sülâlesini sevmesi asabiyet sayılır mı?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir."(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949)

Resulullah (sav) buyurdular ki: "En hayırlınız, (zulme düşerek) günah işlemedikçe aşiretini müdafaa edendir." (Ravi (r.a.): Süraka İbnu Malik el-Cu′şemi) Kaynak: Ebu Davud, Edeb 121, (5120) (Kütüb-i Sitte, hadis no: 4799).

Yukarda ki bu hadis-i şeriften de apaçık anlaşılacağı üzere, günah işlemedikçe mensubu bulunduğumuz milleti, cemiyeti, kavmi ve aşireti müdafaa etmemiz yani savunmamız çok hayırlı bir davranış olarak görülmektedir. O halde milliyetçi olmamız, milli değerlere, aziz vatanımıza sahip çıkmamız örnek bir davranış olmaktadır. Bir kimsenin haklı olduğu konularda kendi yakınlarına yardım etmesi, yerine göre vacip yerine göre müstehabtır. Irkçılık ve adalete aykırı olarak, zulümle akrabalarımızı savunmayı şiddetle reddeden dinimiz; akrabalara, yakınlarla ve milletimizle yardımlaşma ve dayanışmayı emretmektedir.  Her Cuma hutbesinde minberden okunan ayet; “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (16 Nahl Suresi/90. ayet)

İBNİ HALDUN’DA ASABİYET KAVRAMI VE DEVLET

 Asabiyet kavramını ilk defa ilmî ve objektif bir metotla inceleyen İslâm mütefekkiri tarih ve devlet felsefesini açıklarken bu kavrama en büyük ağırlığı veren İbn Haldûn(D.1332-Ö.1406)’dur.  İbn Haldûn’a göre Hz. Peygamber’in yerdiği asabiyet, haksız ve yanlış uygulamalarla ortaya çıkan Câhiliye asabiyetidir. Buna karşılık asabiyetin hakka ve Allah’ın emrini gerçekleştirmeye hizmet yolunda kullanılması arzu edilir bir şeydir. Esasen sadece devletler değil, dinler ve şeriatlar bile asabiyet desteğiyle kurulur, bu destekten mahrum kalınca da yıkılırlar. Kur′ân′da anlatılan Yûsuf kıssasını da [Yûsuf: XII/14] delîl olarak gösteren filozof, nihâyet genel bir hükme varmakta ve "Nübüvvet, devlet kurmak ve dâvet gibi, halk yığınlarının sevk edilmesi istenen her konuda da aynı durum vardır" demektedir. Yâni, bu gibi insânî başarılar, ancak soy bağlılığı temeli üzerinde kurulabilmektedir. "Evvelce de geçtiği gibi sahih bir hadiste, ′Allah, kavminin himayesine ve desteğine sahip olmayan bir peygamber göndermemiştir′ buyrulmuştur. Harikulade hallere sahip olma, en çok kendilerine ya­raşan peygamberler için bile bu durum söz konusu olursa, (zafer için) kendilerinden harikulade haller verilmeyen kimselerin asabiyet olma­dan nasıl galip gelecekleri düşünülmeye değer bir husustur"  Mukaddime, Dergah Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 1982, sayfa 488, 489

 

İbn Haldûn, asabiyeti dar mânada savunma veya saldırı maksadına yönelik mücadele enerjisi sağlayan toplumsal şuur, ırkî bağların veya coğrafî, siyasî yahut da dinî sebeplerin doğurduğu birlik ve dayanışma ruhu ve beşerin fıtrî bir özelliği ve en küçük içtimaî birliklerden en büyük devletlere kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında rolü bulunan bir kitle enerjisi olarak ele almakta ve öfke, şehvet vb. öteki biyolojik ve psikolojik yetenekler gibi asabiyetin de müsbet veya menfî yönlerinin mevcut olduğunu söylemektedir. (Mukaddime, s. 180-181). Buradan sonrasını merhum Durmuş Hocaoğlu’nun makalesinden yararlanarak aktaralım.

İbn Haldûn’a göre asabiyet, en ilkel şekliyle, insanın tabiatında bulunan zulüm ve düşmanlık eğilimlerine karşı yine aynı tabiattan gelen akraba vb. yakınlara acıma duygusunun doğurduğu yardımlaşma ve dayanışma eğilimidir (a.e., s. 116-117).

Asabiye′yi, birincisi, daha sıkı ve daha organik bir bağ teşkîl etmesi bakımından asıl asabiye de diyebileceğimiz Neseb (Soy) Asabiyesi ve daha az sıkı ve organik değil kurumsal olan, bir anlamda "üst-asabiye" olarak da nitelenebilecek Sebeb Asabiyesi olmak üzere iki türe ayırmaktadır. İbni Haldûn, sâdece "asabiye" dendiğinde asıl olarak kastedilen Neseb Asabiyesi′ni, temel olarak bir ′neseb′, ′soy′ üzerine temellendirilmiş bir dayanışma rûhu olarak takdîm etmektedir.

Devletler bir soy asabiyesi ile kurulur. Fetihler veya göçler yoluyla başka soylar ve milletleri hakimiyeti altına alır; başka bir asabiyeye mensub olan mağlûplarda, zamanla galiplerin (onların asabiyesinin) hükümranlığını benimseme, kendilerine boyun eğme hâlet-i rûhiyesi hâsıl olur; hattâ ona destek olur; zîra onun asabiyesine teslîm olmuşlardır; iz′anlarda ve zihinlerde galiplerin hâkimiyeti meşrûlaştırılmıştır, içselleştirilmiştir. Nitekim, filozof, bu meşrûlaştırmayı,"iz′anlarda ve zihinlerde onlar lehine îmâ­nî bir akîde yerleşmiştir" şeklinde açıklamaktadır.
 Haldûn′un tasvîr etmiş olduğu bu devlet ve toplum tipinin, daha karmaşık düzenlenmiş, daha ileri ve daha mükemmel bir organizasyon demek olduğu âşikârdır. Filhakîka, belirli bir seviyenin üstünde büyümüş Mülk′ün (devletin) bekaasında göz önünde tutulacak olan şey, sâdece "kurucu soy"a bağlanıp halkın diğer kısmını dışlamak olmamalıdır; aksi takdirde, kendisinin Devlet tarafından kucaklanıp temsîl edilmediğine inanmaya başlayacak olan diğer soy bağlılarının Devlet′e olan sadâkatleri zayıf olacaktır.

Öyleyse, Nesebî Asabiye′de toplumu birbirine bağlayan, Devlet′i kuran ve ayakta tutan irâde, aynı soya bağlı ve/veya âit olmaktan, daha sahîh bir ifâde ile, aynı dil ve/veya kan kökünden olmaktan ve/ya öyle hissetmekten kaynaklanırken, Sebebî Asabiye′de Devlet′i kuran değil ama ayakta tutan irâde daha karmaşık bir fonksiyonellik kazanmakta ve esas îtibâriyle neseb, kan veya soy bağı duygusu yerine, daha ziyâde gelişmiş ve daha ziyâde karmaşıklaşmış sosyal münâsebetler örgüsünün gereklerinden olan ilişkilerden ileri gelen daha yüksek yüksek seviyede bir içtimâî irâde olmaktadır ki buna "Sosyal Mukavele" de diyebiliriz. 

Neseb Asabiyesi′nde aynı nesebden, aynı soydan gelmek, soydaş ve hattâ kandaş olmak kaçınılmaz bir şart olduğu halde, Sebep Asabiyesi′nde böyle bir şart yoktur; hattâ bu asabiye zâten bu şartın yokluğunun bir ürünüdür. Neseb ve sebeb asabiyeleri arasında yaratıcılık ve harekete geçiricilik bakımından fark yoktur. Önemli olan, bu bağdaki ′sıkılık′ ve ′hayatiyet′tir.

 

Ancak, yine de, Haldûn için "Asabiye(t)" sâdece soydan gelen bağlılıktır ve her şeye rağmen, "mülk ve büyük hanedanlık sadece kabile ve asabiyetle hasıl olur."

Fakat bir cemiyeti ve bir devleti ayakta tutmak için sâdece asabiyet gibi tek başına din de yetmez; bunun yanında, "iyi hasletler" yâni "Adâlet" de şarttır [Mukaddime., II.XX]. Bir mülkün elden çıkması, bu iyi hasletlerin bozulmasıyla birlikte başlar. Nitekim, Haldûn, devletlerin kuruluştan çöküşe dek geçen süredeki tavır ve hâl değişmelerini tasnif ettiği fasılda, [Mukaddime., III.XVIII], çökme safhası olan beşinci safhada, çöküş sebepleri olarak asabiyetin ihmâl edilmesi yanında, yozlaşan idârecilerin bu iyi hasletlerini terketmesini de vurgu ile belirtmektedir.

 

İmdi: Devlet ve Toplum hayatı için çok önemli olmasına rağmen, dikkat edilmelidir ki, Din tek başına ne bir mülk kurmaya ve ne de Mülk′ü elde tutmaya yeterlidir. Çünkü, "Dinî dâvet (dahi - D.H.) asabiyeye dayanma­dan tamamlanmaz" [Mukaddime., III.VI]. Bu hususta, yukarıda zikredildiği gibi, Hz. Peygamber′in bir hadîsine mürâcaat eden Haldûn, "Evvelce de geçtiği gibi sahih bir hadiste, ′Allah, kavminin himayesine ve desteğine sahip olmayan bir peygamber göndermemiştir′ buyrulmuştur. Harikulade hallere sahip olma, en çok kendilerine ya­raşan peygamberler için bile bu durum söz konusu olursa, (zafer için) kendilerinden harikulade haller verilmeyen kimselerin asabiyet olma­dan nasıl galip gelecekleri düşünülmeye değer bir husustur" demektedir.

 

Ama bu sebep asabiyesinde bir husus yine çok önemli; devleti kuran nesep asabiyesi geri plana çekilmiştir, ama yok olmamıştır, görünmez bir fon gibi arkada durur. Devleti kurduğu gibi, devleti bütün ömrü hayatı boyunca da en büyük sadâkatle ayakta tutacak olan da o nesep asabiyesidir. Günün birinde devletin başına büyük felâketler geldiği zaman da, o devleti canı ile, kanı ile müdâfaa edecek olan da aslında yine bu kurucu asabiyedir.

         Bu konuyu tarihimiz ile açıklamak gerekirse, Selçuklu Devleti, Oğuzların Kınık Boyu tarafından Oğuz Türk asabiyesi (Neseb, soy asabiyesi) üzerine kurulmuştu. Bir süre sonra başka milletleri, devletleri hakimiyetleri altına aldılar. Bu toplumları bayrağı altında tutabilmek için ise sebep asabiyesine geçtiler. Sebep asabiyesine geçen devlet yıkılışında soy asabiyesine geçemezse yok olur. Mehmed Niyazi (özdemir) hocanın ifade ettiğine göre; Selçuklular, yıkılacaklarını anladıklarında Anadolu Türkmen Beylerinin çocuklarından birer tanesini Amasya Sarayına aldılar. İki amaçları vardı. Bir, Türkmen Beyine; “Oğlun elimde, isyan etmeye kalkma!... “ mesajı veriliyordu. İki, bu çocuklar yetiştiriliyor, binlerce yıllık Türk devlet geleneği aktarılıyordu. Yetiştirilen bu çocuklar daha sonra kendi beyliklerine gidip bey oldular. Selçuklu onları, yapıp ettiklerini takip etti. Sonunda içlerinden birisine Ertuğrul Gazi oğlu Osman’a, tuğ, sancak, mehter gibi saltanat/hakanlık alametlerini gönderdi. Selçuklu artık Osmanlı olarak devam edecekti. Sebep asabiyesinden neseb asabiyesine başarıyla geçilmiş oldu.
 

Oğuzların Kayı Boyunun asabiyesi ile kurulan beylik, Oğuz boylarını toplayarak devlet olduktan sonra diğer din ve milletlerden insanları toplayarak, Osmanlı Devlet-i Ali’si olduğunda, neseb asabiyesinden sebep asabiyesine geçmişti. Osmanlı, sebeplilik asabiyesini genişletmek için diğer asabiyelerden olanları umûr-u devlette, devlet içerisinde yerleştirdi, onlara en üst makamlarda görev verdi ve onlara adâletle muamele etti. Çökerken ise yeni devletin nasıl olacağını tartışmaya açtı ve mektebler kurdu. Seçme talebeler yetiştirdi. Yetiştirdiği talebelerin en seçkinlerini bir teşkilatta topladı; Teşkilat-ı Mahsusa. Bu talebeleri alanlara sürdü. Balkanlardan, Çanakkale’ye, Trablusgarp’ten (Libya’dan) Yemen’e … ve içlerinden birisini Padişah saraya davet etti. Anadoluya gönderdi. Şeyhulislam Mustafa Sabri’nin bütün itirazlarına rağmen. Anadoluya geçen Mustafa Kemal’in, kurduğu birliklere verdiği isim Kuvvayı Milliye=Milliyetçi Kuvvetlerdir. Kurulan devlet milli bir devlettir yani yeniden sebep asabiyesinden neseb asabiyesine geçilmiş oldu. Osmanlı Hanedanından hiç kimsenin burnunun kanamamasının sebebi bu olmalıdır. Araplardaki Emevi veya Ruslardaki Romanof hanedanlarının başına gelenler hamdolsun gelmemiştir.

Selçukluların ve Osmanlıların kendilerinden sonra kurulacak devleti belirlemeleri bilinçli bir seçimle mi olmuştu? Yoksa olayların sürüklemesiyle mi böyle olmuştu? Bu konu şüphesiz tartışılabilir. Olayların sürüklemesiyle bile gerçekleşmiş olsa sonuç değişmeyecektir. Neseb asabiyesine dönülmüş ve devlet bilgileri aktarılan kişiler eliyle yeni devlet kurulmuştur.

 

Amerika′da 13 devlet Philadelphia′da Amerika Birleşik Devletleri′ni temellendirmek üzere anlaşmaya vardığı zaman, bu 13 devleti oluşturan insanların büyük kısmı Anglosakson asabiyesinden idiler, İngilizce konuşuyorlardı. Beyaz idiler, Anglosakson idiler ve çoğunluğu Protestan′dı. WASP= White, Anglo Sakson. Protestan asabiyesinin American Dreams arkasında hala durduğunu unutmamak gerekir.

 

İbni Haldun’dan son bir bilgi ile bitirelim. Fetihler, göçler vb. sebeplerle devlete katılan başka asabiyelerden insanlar devlete bağlanmak isteniyorsa dört şey verilir; 1- Emniyet (Güvenlik), 2- Adalet, 3- Mülkiyet (Ev, arazi sahip olma hakkı), 4- Hürriyet.  Ama, ikinci bir "mülkiyet" kavramı daha var; bu"Siyâsî Mülkiyet"tir ki buna "mülkün tapusu" da diyebiliriz. Bu ikinci mânâsıyla Mülkiyet, devletin aslî kimliğinin kimde olduğunu belirlemek demektir. Bu dört şarta uygun olarak davranıldığı takdirde bütün tebaanın sadâkati en üst seviyede pekiştirilir. Lâkin, meselâ bunlardan birisi, mülkün tapusuna el uzatıp, aslî kurucu asabiyenin, milleti hakimenin,  Türk′ün mülkü olmaktan çıkarmaya teşebbüs ettiği takdirde, ne olur? İşte Haldûn bu noktada, Zilzâl Sâresi′nin birinci âyetine telmîhen, şöyle bir îkazda bulunur: "Bu mülkiyete, yâni mülkün tapusuna el uzatılacak olursa, yer yerinden oynar".

 Allah’a emanet olun.
01.11.2014 

Bu blogdaki popüler yayınlar

Boris’in Dedesi: Ali Kemal

12 Adalar ve İsmet İnönü

26 Ağustos-9 Eylül